bir bahar günü
çiçek açarken dallar
ve neşeyle oynaşırken dalgalar
gizlice sonbaharı taşıyabilir insan gövdesinde.
içeriye sızmasın diye karanlık, sıkıca örtebilir perdesini mesela.
dağılmışlığını, dağlanmışlığını görmemek için dünyanın.
yıkık binaların çığlıklarını duymamak için tıkayabilir kulaklarını.
kaçtıkça daha.. daha ortasında bulur kendini yangının.
kötürüm kalmış insanlığı görür, türlü suretlerde.
bazen yaralı bir kuşta, bazen sisli bir nefeste.
bir bahar günü
gizlice sonbaharı taşıyabilir insan gövdesinde.
hayret etmekten bitkin düşmüş gönlünün elinden tutup,
yürü ! der, hak yerini bulacak!
ya burada ya az ötede..
aydınlandıkça dehşete düşüren bir uçuruma evriliyor dünya
yuvarlanıyor kayalar ve yarıklar açılıyor zihinde.
sonra bir aynaya düşüyor aksimiz,
görüyoruz;
aslında Habil de biziz, Kabil de biz…
kalemlerden mürekkep değil kan akıyor,
silgiyle silinmiyor kana bulanmış coğrafyaların kederi haritadan.
ve bilir anneler; çitelesen de çıkmaz can lekesi kül olmuş kundaktan.
ölüm değil bu, ölüm ötesi.
çocuklar ağlaşıyor, dertleri değil; salıncak sırası yahut şimşek sesi.
bir bahar günü
gizlice sonbaharı taşıyabilir insan gövdesinde.
oturup dinlenebilir, inanmışlığın gölgesinde.
güneşin üşüttüğü eller vardır, bilir misin?
sonra.. kışın soba yerine yanan yürekleri babaların.
çatıların uçtuğu, çadırlara kervanın göçtüğü evler var bir de.
anıları, acıları, yarınları, zar zor sığmış küflü valize.
deniz kabukları toplardı ya çocuklar deniz kenarından,
şimdi Ayan’lar toplanıyor, kirli emellerin kıyısından.
aklımdan kaçıyorum.
aklımı kaçırıyorum memur bey!
söyleyin, nedir ezam?
bir bahar günü
gizlice sonbaharı taşıyabilir insan gövdesinde.
güzden kalmış kuru, kahverengi yapraklar gibi ezilirken merhamet denilen soylu çınar,
gurbettedir, kendi kendinin gölgesinde.
Hakk’ı tutup kaldırmadan evvel,
Hakk’a tutunup kalkmayı unutmuş bir cemaatin kulağına ezanla fısıldanıyor yeni adı.
söyleyenin dudağını yakıyor adın acı tadı.
bak! şurada petrol akıyor borulardan,
hemen şurada da oluk oluk kan.
kimisi beş yıldızlı binalarda huysuzlanır,
kimisi her gece yıldızlara uzanır yırtık çadırından.
Nuh (as) geliyor aklıma, 950 sene yaşayan.
diyorum Rabbim, aman! aman.. aman…
bir bahar günü
gizlice sonbaharı taşıyabilir insan gövdesinde.
gözünün gördüğü hiçbir şeyden korkmayan bir yiğit vardı Mekke beldesinde.
biliyoruz Rabbim, yine olacak.
insan ayrılmış ikiye;
biri yiğit, diğeri alçak.
insan diyorum!
insan!.. soyun tükenirse halimiz ne olacak?
ağır yaralar almışız sol yanımızdan ve yavaş yavaş ölüyoruz ar kaybından
musallada sorduklarında korkarım;
iyi bilmezdik! diye haykıracak kainat arkamızdan.
isyan ateştir, iblisin hamuru da ondan.
bizim gönlümüz topraktır Rabbim,
ateşin düştüğü civardan.
Muhammed sav’in ehline tabii olmuşuz, biliriz elçi de olsan vardır hep bir imtihan.
yalnız Rabbim, biz cahiliye devrinin zirvesinde yaşıyoruz.
şimdi putlardan değil, yetkililerden medet umuyoruz.
– şakadan da olsa yalan söylemeyin, diyor ya Nebi (sav);
bizler 1 Nisan’ı bayram diye kutluyoruz.
ağzımızın tadı kaçmasın, diye mezarlara dönüp bakmıyoruz.
çağ dışı diyorlar çizilmiş naif hudutlara Rabbim..
çağ’daş olmaktan sana sığınıyoruz.
burası alacakaranlık.
zeytin gözlü bir çocuğun göz bebeklerine dahi kastediyorlar.
insan, diyorum Rabbim!
insan…
hamuru yoğrulmuş unutmak’tan.
şimdi mektuplar yazıyorum,
yakıyorum kağıtların ucunu canları temsilen.
bir de mühür damlatıyorum, sesten ırak dudaklarımızdan esinlenip.
ki şüphe yok; kalplerin sesini işittiğinden.
bir ezgide,
kardan aydınlık bir sabah geleceği söyleniyor.
inanıyoruz.
karanlığı aydınlatabilmek için kutudaki kibritler gibi ışımayı bekliyoruz.
ateşe koşan kibritleriz biz Rabbim!
yanmaktan değil; sönmekten ar ediyoruz…
rıza-ı ilahiden başka da ebede gidecek ganimet yoktur şu dünya çölünde.
Kârûn’dan gördük, biliyoruz.
okçular tepesindeyiz, gönlümüzü muhafaza için.
öğrendik en kıymetli elçilerinden Rabbim;
islam mührü vurulmuyor, insan olmayana.
biz aciziz lakin Sen varsan,
amenna…
إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
| Melda Akyol