Mısır’da son yaşanan hadiseler, İhvan-ı Müslimin ve Hasan el-Benna’yı yeniden gündeme getirdi. Maalesef yeterli bilgi ve birikimi olmayanlar, zahmet edip okuma ve inceleme de yapmayanlar 1928’de kurulan en köklü ve yaygın bir teşkilatı terör örgütü, onun kurucusu Hasan el-Benna’yı da terörist gibi görmektedirler. Hâlbuki Mısır İhvanının temsil ettiği İslâm, derin entelektüel, kültürel, sosyal ve tarihî kökleri olan ‘Sünnî omurga’dır, ana damardır. Müslüman Kardeşler, İslâm dünyasının da, bütün dünyanın da geleceğini belirleyebilecek esaslı bir bağımsızlık mücadelesi vermektedirler.
Hasan el-Benna’nın asıl adı, Ahmed Abdurrahman el-Benna. Nil Delta’sı bölgesinde sıradan bir çiftçi ailenin çocuğu olarak 1906’da dünyaya geldi. İskenderiye’de el-Ezher programına göre tahsilini tamamladı, sonra ailenin geçimini sağlamak için saatçilik yapmaya başladı. Dükkan sahibi Hacı Muhammed Sultan, alim ve salih bir kişi idi. Bu sebeple dükkana ilim ve fazilet sahibi kişiler gelip giderlerdi.
Baba Ahmed bunları gördü, tanıdı, dinledi ve etkileri altında kaldı. Bir yandan saatçilik mesleğine devam ederken, diğer yandan özellikle hadis ilmi ile meşgul oldu. Aynı zamanda kendisine, Mahmudiyye camilerinde halka hitab etme yetkisi verildi.
Ahmed Benna’nın ilk çocuğu Hasenu’l-Benna’dır. Ahmed Benna ilmi, ahlakı, ibadeti ve hasbî din hizmeti itibariyle mübarek ve rabbani bir zat idi. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i üzerindeki çalışmaları büyük bir öneme haizdi. Yaklaşık otuz bin hadis ihtiva eden bu eseri konularına göre yeniden (orijinal şekli ravilere göre) tertip etti, hadislerin geçtiği diğer kaynakları gösterdi ve kısa da olsa her bir hadis için gerekli açıklamaları (şerh) yazdı. Ahmed Benna bu hizmete tam otuz sekiz yılını verdi. Eser yirmi iki cüz (on iki büyük cilt) halinde tamamlandı.
Hasan el-Benna ilk tahsilini ve terbiyesini böyle bir ilim ailesi içinde ve böyle bir babanın hocalığında almış oldu. Babasından öğrendiği saat tamirciliği, ticaret ve ciltçilik sayesinde geçimini el emeğinden sağladı. Din hizmetini ücretsiz, sırf Allah rızası için yapan alimler safına katılmak üzere bu meslekleri de icra ederek hayatını kazandı. Şöyle diyordu:
“Gerçekleştirmek istediğim en önemli iki arzumdan biri özel, diğeri de genel. Özel olanı ailemin mutluluk ve refahını sağlamaktır. Genel olanı ise halkına muallim (öğretici) ve mürşid (yol gösterici) olmaktır. Gündüzler boyunca çocuklara ve gençlere öğretmenlik yapacağım, geceler boyunca da babalarına, dinlerinin hedefini ve saadetlerinin kaynaklarını anlatacağım. Bunu seyahatler yapıp konuşarak, yazarak, kitapla ve siyasetle yapacağım. Birincisi için iyiliği, bilgi ve şuuru, ikincisi için ise ahlaklı olarak sebat ve fedakarlığı hazırladım.”
1927 yılında henüz 21 yaşında iken Daru’l-Ulûm fakültesinden birincilikle mezun olan Hasan el-Benna’ya devlet, lisansüstü tahsil yaptırmak üzere Paris’e gitmesini teklif eder. Fakat o, hayatına gaye edindiği hedeflerine ulaşabilmek için bu teklifi kabul etmez, aynı yıl İskenderiye şehrinde bir okula öğretmen olarak tayin edilir.
Hasan el-Benna, Dâru’l-Ulûm’da okurken bazı manevî depremler yaşar:
Osmanlı’da temsil edilen hilafet, 3 Mart 1924 yılında kaldırılır, son halife gayr-i Müslim bir ülkeye sürgün edilir. Böylece İslam ümmetinin bütünlüğünü tarih boyunca şöyle veya böyle koruyan zarf yırtılmış olur.
İskenderiyye’de gördüğü olaylar onu daha çok üzer ve daha ziyade tahrik eder. Her tarafta yabancı hâkimiyeti ve Batılılaştırma gayreti kendini apaçık sergiler. Süveyş Kanalını işleten şirket ayrı bir devlet gibidir. Sömürgecilerin sultanlar gibi, halkın ise esirler gibi yaşadıklarını tesbit ve teşhis eder.
Sokak ve caddelerin bile isimlerinin değiştirilip yabancı isimler konulması, Hasan el-Benna’yı derinden yaralar. İngiliz sömürgeciliği gölgesinde Mısır’a giren ve faaliyet gösteren Hıristiyan misyonerlerinin sağlık hizmeti verme, bakım evlerinde çocukları himaye etme, bazı güzel sanatları öğretme bahanesiyle Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için çaba gösterdiklerine şahit olur ve arkadaşlarıyla birlikte “Hasafiyye Hayır Cemiyeti”ni kurar. Cemiyette bir yandan din ve ahlak eğitimi verirken diğer yandan misyonerlik faaliyetlerine karşı tedbirler alıp Müslüman çocuklarını himaye eder.
Birinci Dünya Harbi ve sonrasında meydana gelen bu önemli olaylar ümmetin bütün tabakalarında sarsıntılara ve silkinmelere sebep olur. “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?” sorularının sorulmasına ve yeniden İslam’ı gündeme alıp düşünmeye vesile olur.
Böyle güçlü bir hedefe karşı tek başına yapılabilecek fazla bir şey olmadığını gören Hasan el-Benna, “el-İhvanu’l-Müslimun” cemiyetini (cemaatini) kurmaya karar verir. Cemiyete alimleri, tarikat şeyhlerini, seçkinleri ve sivil toplum kuruluşlarını davet eder. Davete ilk olarak altı kişi katılır. Tamamı zanaatkârlardan teşekkül eder. Bunlarla cemiyeti kurar. Hasan el-Benna’nın hareketinde kadınların da yeri vardır. Kızları İslami esaslar çerçevesinde yetiştirmek için “Müminlerin Anneleri” isimli enstitüyü kurduğu gibi cemiyete de “Kadın Müslüman Kardeşler” kısmını ekler.
Arkadaşlarını ve öğrencilerini şunları yapmaktan sakındırır:
Dinde ihtilaflı ve şüpheli konuları tartışmak, açık veya kapalı dinsizlerin, misyonerlerin sözlerini sıradan mensuplarının (ihvanın) yanında tekrarlayıp durmak.
Arkadaşlarına da şöyle der: “Bunları kendi aranızda konuşun, tartışın ama avamın yanında onları ibadet, güzel ahlak ve dine itaate yönlendirecek konuşmalar yapın. Diğer konular kafalarını karıştırıp şüpheye düşürmekten başka bir şeye yaramaz.”
Görüştüğü, dertleştiği ilim ve fikir adamları ile ‘bölünme, parçalanma, birbirine düşme’ meselesine dikkat çekerek; şu tespitlerde bulunur:
“Türkler ve Araplar İslam kavimlerinin en güçlü iki unsurudur. Avrupa ülkeleri bu ikisini bertaraf etmek için pusuda beklemektedir. Eğer bu guruplar birbirine düşerek zayıf hale gelirler, bu arada Avrupa gücünü korursa, ikisine birden veya zayıf olanına çullanacaklar. Bunun sonucu ise İslam’ın zayıflaması ve hayat damarlarının kesilmesi olacaktır.” On beş yıl geçmişti ki, korkulan başa gelir.
1916 yılında Şerif Hüseyin, bazı dahili saikler yanında İngilizlerin tahrik ve yönlendirmesiyle Osmanlı Devletine isyan ettirilir. (İngilizler önce bu adamı kullanır, sonra 1925 yılında görevden alıp Kıbrıs’a sürgün ederler.) Bu isyan, Avrupa müttefik devletlerinin iki önemli/hayati karar almalarına kapı açar:
1-Sykes-Picot gizli anlaşmasıyla Osmanlı topraklarının Avrupalılar arasında bölüşülmesi.
2-Balfur deklarasyonu ile Siyonist Yahudilerin Filistin topraklarına, Batı sömürgeciliğinin temel taşı olarak yerleşmelerinin vaad edilmesi.
Arkasından Fransızlar Suriye’yi işgal ederler ve komutanları Henri Gouraud, Selahaddin Eyyubî’nin kabri başına gelir ve şöyle seslenir: “Selahaddin, biz geri geldik!”
İngilizler de Filistin ve Irak’ı işgal ederler, komutanları Allenby, Kudüs’e girince: “İşte bugün haçlı savaşları sona ermiş ve amacına ulaşmıştır!” der.
Hilafeti kurtarmak için resmi ve gayr-i resmi olarak yapılan teşebbüsler sonuç vermeyince…
Yaşar Değirmenci’nin yazısının devamını Gençdoku 53. Sayısında (Ekim2013 / Zilhicce 1434) okuyabilirsiniz