Ortadoğu konusunda Türkiye’de akla ilk gelen isimlerden biri olan Mavi Marmara aktivisti ve Yeni Akit yazarı Mustafa Özcan ile, Arap Baharı ve İslam Dünyasının genel durumuna dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Arap Baharı denen süreç devam ediyor. Türkiye’de bu sürece Amerika-İsrail oyunu diyenler de, gelişmeleri bir tür İslami uyanış olarak görenler de var. Bunların dışında“Araplarda dünyanın nimetlerinden, refah ve teknolojik imkanlarından faydalanmak istiyorlar” tarzında yorumlayanlar da bulunuyor. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz, öncelikle onu soralım?
Issam Attar, Suriye Müslüman Kardeşler eski murakıplarından yani İhvan’ın Suriye başkanı. Onun Suriye toplantılarıyla ilgili bulunduğu bir oturumda bir konuşması vardı. Pendik’te yapılmıştı. Bazıları bu devrim sürecini özellikle Suriye’yle alakalı soruyor. Gençlerin bir hareketi olarak değerlendiriyordu. Oda çıktı dedi ki; “Hayır! Gençlerin bir hareketi değil, nesillerin birikimi, nesillerin birikiminin bir sonucudur.”
İmam-ı Rabbani’den Bediüzzaman’a gelen veya Bediüzzaman’ın devraldığı bir ifade var, “telahuk-u efkâr” diye. Telahuk-u efkâr şudur: Medeniyetlerin birbirinden beslenmesi ve birbirini tevarüs etmesidir. Yani hiçbir şey başlangıçsız değil, nedensiz değil…
Bugün bu mesele patlak vermişse bile onun bir altyapısı var. Mesela I.Dünya Savaşı sadece bir Macaristan-Avusturya imparatorunun veliahdının Saraybosna’da öldürülmesiyle alakalı değil. Ama Saraybosna merkezli bir değişimle alakalı, kökleri yirmi yıl geriye gidiyor. Yani Osmanlı-Rus harbine 1877-78’e yani 93 harbi denen harbe dayanıyor aslında. Yani I.Dünya Savaşını tetikleyen neden odur. Siz yüzeysel olarak baktığınız zaman, sadece tetikçinin üzerine gittiğiniz zaman I.Dünya Savaşını o tetikçiye mal edebilirsiniz. Ama bu olaylar, olgular bazında doğru bir şey değil. Yani tetikçi bazında doğru, bir ateş yaktı ama o zeminin yanmasına müsait olan ortam 20 yıllık geçmişe sahipti. İzah için söylüyorum. Ruslar, azınlıklar politikasıyla, Ortodoks politikasıyla Balkanları Osmanlı’nın elinden almak istedi ve 1877-78 savaşı da ona imkân verdi.
Fakat batılılar Avrupa’yı, Doğu Avrupa’yı, Osmanlı’nın daha önce idare ettiği bölgeyi Ruslara kaptırmak istemedi. Bunun üzerine Berlin Konferansı toplandı ve gerçektende yeni bir taksimat yapıldı. Bu, Sırpların istediği bir taksimat değildi, razı oldukları bir taksimat değildi. Onlar Saraybosna’nın olduğu bölgeyi istiyorlardı. Daha sonra Miloseviç’in Kosova’da kalmak istemesi gibi, işte Murat Hüdavendigar’dan 600 yıl sonra Sırp milliyetçiliğini bu şekilde Kosova Savaşına dayandırması gibi, burası bizim anavatanımız demesi gibi… Sırplarında öyle bir hülyaları vardı.
Dolayısıyla o geçmişten, paylaşımdan gelen bir öfkeyle ederek veliahdın ziyaretini tahrik kabul ederek; Saraybosna’da adamı öldürdüler ve Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Kim kazanır kim kaybeder onu düşünecek halde değillerdi. Savaşı açan taraf Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarihe karıştı. Yani o savaş, imparatorlukları(üç imparaorluk) yedi bitirdi. Ama böyle bir tetikçinin üzerinden bir savaş yapıldı, o savaşı başlatan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu oldu… Burada da öyle, yani bir Arap Baharı oldu, bir ıslahat, reform süreci olsaydı, dediğimiz gibi iyi olurdu.
Ben tekrar Issam Attar’ın sözüne gelerek bağlamak istiyorum. Mevlana’nın güzel bir sözü var, diyor ki: “Hiç kimse çalışarak Menzil-i Maksud’a ulaşmadı.” Yani hedeflenen gayeye ulaşamadı “ama Menzil-i Maksud’a ulaşanlar çalışanlar arasından çıktı.” Şimdi o bağlamda burada Cenab-ı Hakk’ın yardımını, süreci başlatmasını anmamak doğru olmaz.
Önemli bir şey var ve ben bunu sıklıkla söylüyorum. Zaman zaman yazılarımda da kullanıyorum. Biliyorsunuz, Kelam’da veya genel olarak felsefede tabiatçılar (naturalistler) diye bir grup var. Naturalistler hayatın tabiat tarafından tedvir edildiğini, yönetildiğini söylüyorlar. Biz ise öyle düşünmüyoruz. Yani esbabın ötesinde Cenab-ı Hakk’ın tasarrufu olduğuna mutlak olarak inanıyoruz. Fakat siyasi süreçte bu komplolara çok fazla önem veriliyor, Cenab-ı Hakk’ın güç kudret tasarrufu göz ardı ediliyor. Dolayısıyla siyasi naturalizm diye sanki bir meslek var ortada…
Banu Avar mesela diyor ki: “Bir düğmeye bastılar, bütün Arap sokakları hareketlenmeye başladı!”Oysa öyle bir şey yok. Ancak hasta muhayyilelerde böyle bir şey olabilir. Gerçekten böyle bir şey yok, çünkü Amerika’nın gücü sınırlı. Dolayısıyla şunu söyleyeyim; Bu Arap Baharı dediğimiz bahar, Cenab-ı Hakk’ın tabiri caizse itmesiyle harekete geçen bir süreç. Ve İslam’ın beşinci devresine tekabül ediyor.
Şunu vurgulamak istiyorum: Peygamber Efendimizin hadislerinde var, İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde yer alıyor, vesair kitaplarda da var. Orada İslam’ın devreleri sayılıyor. Birincisi nübüvvet devresi diyor. İkincisi ümera devresi, yani meliklerin devri. Ondan sonra cebabire devri ki Osmanlı’nın yıkılması-Cumhuriyet’in kurulması devresine rastlıyor. Bütün ulemanın ittifakıyla böyle. Ondan sonra bu Arap Baharı yeni bir döneme tekabül ediyor. Abdülmecid Zindani gibi âlimler diyorlar ki: “İşte bu beşinci devrenin ayak sesleridir.”Dolayısıyla ulema, beşinci devrenin başlangıcında olduğumuzu söylüyor. Dediğim gibi ilk dört devrelerde ulema arasında kesin ittifak var. Yani ne zaman başlayıp ne zaman bittiği belli. Bugün ise Arap Baharıyla birlikte eski sistem dümdüz ediliyor ve yeni bir süreç başlıyor.
Peki bu süreç nasıl başladı ve nasıl devam edeceğiniz düşünüyorsunuz?
Fehmi Hüveydi’nin de dediği bir şey var, diyor ki: “Arap Baharı yayılarak devam edecek.” İşte bakıyorsunuz, Irak’ta 2013’te Arap Baharı olacağını Tarık Haşimi söylediği gibi Mukteda Sadr bile söyleyebiliyor. Ondan sonra İran ve Pakistan’da böyle bir kıpırdanma olabilir. Onun ötesinde Ürdün, Kuveyt vs derken Körfeze doğru aka bilir. Fehmi Hüveydi, Suudi Arabistan gibi ülkelerinde bu baharın dışında kalamayacaklarını, masum kalamayacaklarını söylüyor. Sadece takdim-tehir meselesi…
Tarihte Yavuz Sultan Selim döneminde ve Endülüs Müslümanlarının tasfiye edilmeleriyle birlikte başlayan döneme “reconquista” diyorlar. İspanya’da yeni bir dönem oluştu. İspanya ve Portekiz, İslam dünyasını paylaşmak ve İslam’ı tekrar silmek istediler, Haçlı Savaşlarından sonra. Karşılarına Yavuz çıktı. Sonra birkaç yüzyıl sonra Osmanlıların karşısına bu defa İngilizler ve Fransızlar çıktı, özellikle Ortadoğu’da. Zaman zaman hasım güçler, zaman zaman da müttefik güçler halinde dediğimiz gibi Osmanlı karşısına, İslam dünyasının karşısına çıktılar. Bu durum I.Dünya Savaşı ve II.Dünya Savaşına kadar böyle devam etti. II.Dünya Savaşında Fransa ve İngiltere’nin yerini ABD ve Sovyetler Birliği aldı.
1989’da Berlin Duvarı yıkıldı. Bu olay, Fransız devriminin 200. yılına tekabül ediyordu ve bu olayla ideolojiler dönemi kapandı. 1989-1991 yılında tek kutuplu dünya düzeni ve tek başına Amerikan yüzyılı oldu. II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan yüzyılı yaşandı dünyada. 1991’den itibaren de küreselleşme ve tek kutuplu dünya düzeni başladı. Sovyetler Birliği yıkıldı ve Irak üzerinden, Kuveyt üzerinden ABD Körfeze iyice yerleşti; İslam Dünyasını denetimi altına almaya çalıştı. Bununla ilgili daha büyük bir operasyon oğul W. Bush’un iktidara gelmesiyle oldu. 11 Eylül olayları bunun zeminini teşkil etti. Kimin yaptığı, yapmadığı ayrı hadise ama 11 Eylül bir kalkış noktasıydı. İslam dünyasını BOP çerçevesinde yeniden şekillendirme çabasıydı. Onun altında ise aslında İsrail var.
BOP dediğimiz şey İsrail planıdır, oda şudur: İsrail bölgede eğrelti otu gibidir. Tarihi olarak da İsrail’in bölgeden tecrit edilmiş vaziyette kalması mümkün değildir. İslam dünyasıyla barış yapamazsa İsrail mutlaka zeval bulur. Bu nedenle yakın bir zamanda Şimon Peres de Netanyahu’nun İslam Dünyasıyla barışmak istemediğini söyledi. Aynısını Thomas Friedman da söyledi.
Netice-i kelam şöyle; 90’lı yıllarda Şimon Peres “Yeni Ortadoğu” diye bir kitap yazdı. Kitapta yeni bir Ortadoğu tasavvuru var. Arap Birliğinin bir şekilde Ortadoğu birliğine dönüştürülmesi, bunun içine İsrail’in de katılmasından ve alınmasından bahsediyor. Savaşın yerine ekonomik işbirliğinin alması, savaş atmosferinin yerini ekonomik işbirliğinin alması yani İsrail’in bölge içinde hem tanınması ve hem normalleştirilmesi var…
Şimon Peres bunu şöyle formüle ediyor: Bir tank üreteceğine bir traktör üret. Ve diyor ki: Yemende kişi başına milli gelir 500 dolar. Dolayısıyla savaş araçları yerine üretim araçları, ekonomik araçlar olursa, yerini alırsa bu takdirde Yemenlilerin kişi başına milli geliri; 1000 dolar, 2000 dolar, 3000 dolara yaklaşır. Buda nefretlerini bir şekilde törpüler…
Şimon Peres’in o dönemde konumu neydi?
Bunları yazdığı dönemde sadece parti başkanıydı. O zamanda başbakan oldu ama 1996’da… Bunu başbakan olmadan yazdı. Yani 80-90 küsur yaşında İsrail’in bugün en önemli adamı, İsrail’de yaşayan İsrail’in en önemli adamı Şimon Peres… Şöyle diyordu o: Arapların petrolü var, parası var. Bizim de batıyla ilişkilerimiz iyi, teknoloji üssü olabiliriz. Ve bizim toprağımızda genişlemeye müsait değil ancak Singapur gibi bir toprak parçasının sahibiyiz ama Japonya kadar etkili olabiliriz. Bu etkimizi de yapacağımız barışa bağlı diyordu. Onun için yeni bir Ortadoğu vaat ediyordu, olmadı. İsraillilerin bunu yapması mümkün değil. Araplar da belirli bir barış olmayınca, 1967 sınırlarına dönmeyince bunu kabul etmediler. Yani Şimon Peres bunu söylüyor ama yapma imkânı yok, sadece şikâyet ediyor.
Cumhurbaşkanlığı semboliktir İsrail’de ama İsrail açısından en önemli adam yine Şimon Peres’tir. İsrail’i temsil babından, hakikaten bunu söyleyebiliriz. Adam bunu yazdı ve 10 yıl sonra Bush, yeni bir Amerikan yüzyılı yapmak istediklerinde, yani 21.yüzyılı Amerikan yüzyılı yapmak istediklerinde bu plana ihtiyaçları oldu. İşte Şimon Peres’in yeni Ortadoğu’su, BOP projesi haline geldi. Ama bir ilaveyle; üzerine Amerika’yı ilave ettiler.
İlavelerin gerek duyulmasının asıl nedeni neydi peki?
Amerika’nın bir ideolojisi var, Ruslarında bir ideolojisi var. Rusların ideolojisi elbette komünizm üzerine, malın müşterekliği yani devlet hegemonyası üzerine kurulmuştur diyebiliriz. Amerika’nın ideolojisi serbest ticaret, serbest pazar ve buna dayalı zihni yapıdır. Liberalizm diyoruz genel olarak buna. Yani fikirlerin ve eşyanın bu şekilde hür olarak mübadelesidir. Yani serbest pazar, nereye gitseler bunu yapıyorlar.
İşte Türkiye’de alınan 24 Ocak kararları buna matuf, Mısır’da infitah denilen açılma politikaları buna matuftur vs. Çok örnek verebiliriz. Amerika, İslam dünyasını bu BOP çerçevesi altında, kuşağı altına, kanatları altına almak istiyor. Amerika 60 yıldır zorba yönetimleri destekledi ve şimdi bunu bırakıyor. Onun yerine şimdi demokrasiyi desteklemesi söz konusu.
Yaşanan olaylarda Amerika’nın etkisini, herhangi bir abartılı kanıya varmadan nasıl konumlandırabiliriz?
Sanıldığının aksine 1974’ten 2003’e kadar Suriye yönetimi Amerika’nın tamamen kontrolünde olan ve onun çıkarlarına göre hareket eden bir rejimdir. Baba Esat ve oğul Esat için durum böyle. Mısır ile Suriye’nin ABD ile ilişikleri aynı dönemde ama farklı süreçler halinde başladı ve devam etti. Her iki ülkeyle de bu süreci başlatan Kissinger olmuştur. 1974 bir milattır. O dönemde Sedat :”bölgede kartların yüzde 99’u Amerikalıların elindedir ve onlara rağmen bir şey olmaz” demiştir. Esat ailesi ile İngiltere ve ABD’nin karanlık ilişikleri vardır. İngiltere ile ilişkileri daha önce başlamıştır. Lakin ABD ile ilişkiler 1974 yılından beri pazarlıklar zinciri halinde devam etmiştir.
1976 yıllarında Lübnan’da iç savaş patlayınca Amerikalılar Esat’a Lübnan’ı arka bahçesi ve çiftliği olarak vermiştir. Golan’ın yerine mansiyon ödülü olarak Lübnan’ı peşkeş çekmişlerdir. Azınlık Esat rejimini kendileri açısından bölgede denge olarak görmüşlerdir. 1991 yılında baba Esat, Saddam’a karşı Bush koalisyonuna katılınca Lübnan’daki varlığı on yıl daha uzatılmıştır. Maruni Patriği Nasrullah Sufeyr bu pazarlığa temas etmiştir. Irak işgaliyle birlikte Türkiye gibi Suriye’nin de ABD ile ilişkileri gerilemiştir.
Refik Hariri’nin öldürülmesinden sonra Suriye Lübnan’dan ordusuyla birlikte atılmış lakin geride Hizbullah gibi ortakları kalmıştır. 2005 yılında W. Bush Esat’ı devirmek istemiş ve bunu Şaron engellemiştir. Şaron’un Washington Büyükelçisi İtimar Rabinoviç’e göre Şaron Esat’ın iktidarda kalması noktasında W. Bush’a ikna etmiştir. Daha sonra da Esat yönetimi ABD ile ilişkilerini yeniden düzeltmek istemiştir. 2003’ten sonra Amerika, önceki dönemde yaptığı gibi yapmıyor. Pazarlıklar dönemi bitiyor. Lakin aktif müdahale içine de girmiyor. Öncesinde Suriye yönetimi bölgede Amerika’nın jandarması gibiydi. Uzun dönem öyle olmuştur.
Uzun dönem boyunca İsrail, Esat’tan bir Enver Sedat olmasını yani İsrail’le aleni olarak barış yapmasını ister. Ama Suriye’de rejim bir azınlık rejimi olduğundan, İsrail’le ilişkileri açığa çıktığında Suriye’deki meşruiyetlerini yitireceklerini düşünürler. O nedenle Suriye yönetimi, el altından Amerika ve İsrail’le, el üstünden istedikleriyle işbirliği yapar. Böylesine tezatlar yumağı bir rejim söz konusudur. Bunun tek kutsalı iktidarda kalmaktır.
İsrail, Mısır’da Mübarek’in gitmesini de istemezdi, Suriye’de Esat’ın gitmesini de istemez. 2008 yılında Mısır’da seçimler yapılıyor. Müslüman Kardeşler ilk turda %25 ile kapatıyor. Amerika’nın analizine göre seçimlere bırakılsa, İslamcılar başa gelecek … Cezayir’deki gibi ama farklı olarak sofistike biçimde ikinci turda Müslüman Kardeşlere süzgeç uygulanıyor. Seçimleri ilk tur seviyesinde kapatıyorlar, Onun üzerine Farid Zekeriyya, Newsweek’in yazarlarından, diyor ki: “Bizim Arap dünyasında şansımız ancak liberal bir dalga oluştuğunda mümkündür. Yoksa sandıkları ve iktidarları İslamcılara kaptırırız!” Yani seçim sandığını ortaya koyarsan o sandıktan cami çıkar, banka çıkmaz…
İkinci tur seçimlerde hemen düğmeye basıldı ve Müslüman Kardeşler tek sandalye bile kazanamadılar. Seçim sandıklarıyla oynadılar…
Bizim Türkiye’de ise yanlış bir algı var. Bazen Amerika’nın kurgulamasıyla bazı şeyler olabilir ama %100 her şey onların etkisiyle oluyor anlamına gelmez bu. Yani zeminle yukarıdan gelen dış müdahalenin birbirini tamamlaması lazım. Yatkınlık da elbette önemli.
Malik bin Nebi -Allah ona rahmet etsin- onun bir deyimi var, “kabiliyetü’l-hezime” diye, yani yenilmişliğe yatkınlık dediği bir şey bu; iç kırılganlığı ifade ediyor. Yani siz içten kırılgan olduğunuz zaman dış mülahazalar size etki edebilir. Aksi takdirde, bünyeniz sağlam olduğu zaman size bir hastalık nasıl etki etmezse, dönüşümlerde de daima temel unsur iç dinamiklerdir. İç dinamikler zayıf olursa dış müdahaleye açık hale gelir.
Dolayısıyla ben Arap Baharı ve Amerikan ilişkileri noktasında şunu söylüyorum: 2011 tarihi itibariyle Amerika’nın özellikle Tunus’ta hiçbir dahli yok. Onun ötesinde daha ziyade ekonomik merkezliydi, oradaki Gannuşi’nin partisi bu rüzgardan istifade etti. Arap Baharı rüzgarı ilk orada esti. İhvan’ın devrime eklendiği suçlaması yapıldı, devrime sonradan dahil oldukları için suçlandılar ama hiç alakası yok, onların orada 80 yıldır süren mücadelesi var.
Issam Attar’dan bahsetmiştim. Bu rüzgarı İslamcılar tetikledi demiyorum, diyemeyiz de. Halk tetikledi! Amerika da tetikledi diyemeyiz. Ama gelinen süreçte Amerikalılar müdahil olmaya çalışıyorlar.
Suriye’de oluşturulan konsey ve koalisyonlar, genel olarak nasıl bir yapıya sahipler?
Suriye Ulusal Konseyi, ne Suriye yönetiminin ne de Amerikalıların hoşlarına gitmedi. Çünkü Suriye’de İslamcıları seyrekleştirmek istiyorlar. Suriye Ulusal Konseyini de bitirmek istiyorlardı. Bunun üzerine müdahaleler farklı bir sonuç verdi. Suriye Milli Koalisyonu diye farklı bir koalisyon kuruldu. Bu koalisyonun başkanlığına Muaz el-Hatip getirildi ama yardımcıları laik kesimden geliyor. Sonuçta temsilde Müslümanları, tabanda ise laikleri getirmiş oldular. Suriye Ulusal Konseyinde ise tam tersi bir durum vardı. Böylelikle devrime düşman olanlar bile devrimi çalmak ya da yönlendirmek istiyorlar. Buna Rusya da dahil, İran da dahil, diğerleri de dahil… Dolayısıyla mücadele süreç halinde devam ediyor. Birden kopup nihayete ermiyor. Amerika’nın gücü arttıkça müdahalesi artacak, gücü azaldıkça müdahalesi azalacak…
Amerikan yüzyılı dediğimiz olay yani tam küreselleşme süreci 20 yıl sürdü. 1991-2001 (11 Eylül olayı var arada) ve 2011 Arap Baharı… Arap Baharı ile birlikte Amerika’ya dayalı tek kutuplu dünya düzeni yıkıldı. Bugün gelinen noktada Amerikalılar yeni bir süreçten bahsediyorlar: Küreselleşmenin Batı merkezli olmaktan çıkması ya da deglobalizasyon. Yani globalleşme sürecinin bittiği yer… Hem Batı merkezli küreselleşme bitiyor hem de küreselleşme bitiyor belki. Bunun siyasi açılımı yeni bir düveli muazzama dönemidir. Ondan dolayı Amerika şu anda müdahil olamıyor. Büyük bir boşluğu var dünyada… Eğer Arap Baharındaki ülkeler birlikte hareket edebilirlerse ortada bir boşluk kalmaz. Eğer aksi olursa yani dağınık kalırlarsa bu boşluğu Rusya, Çin vs doldurabilir. Ardından yeniden toparlanabilir mi, zannetmiyorum.
Peki Türk dizilerinin de Arap Baharına dolaylı da olsa bir tür etkisi olmuş olabilir mi?
Elbette insanların izlediklerinin kendilerine bir etkisi olabilir ama Arap Baharına bir etkisi olduğunu zannetmiyorum. Bu sosyolojik sürecin veya bin yıllık bir damarın neticesidir. Esas olan halkın bir şekilde 80 yıldır Esat tipli, Kaddafi tipli liderler tarafından yönetilmesidir. Bu ülkelerde meşruiyetin ayakları olan temsili sistem ve İslami referanslara bağlı olma hali yoktur. Arap Baharı yaşanmasının temel nedeni ve baharı etkileyen temel etkenler bunlardır. Türk dizileri, Türk filmleri ise işin magazin kısmıdır.
Bu genel olumlu bakışınızın yanı sıra sizce sürecin eksikleri neler olabilir?
Sürecin en önemli eksiği; insanların eğitimsizliğidir diyebilirim. Bunun yanı sıra yorulmaları da var. Mücadelede devamlılık esastır. Arap Baharı, İslami referansa istinat ettiği müddetçe güçlenerek devam eder. Ben devam edeceği kanaatindeyim. İnşaallah batılılaşma devresi de sona erer. Şöyle bakıyorum: Fransız Devrimi ile birlikte dünyanın merkezi batı oldu. Arap Baharı ile birlikte dünyanın merkezi inşallah İslam dünyası olacaktır. Ama bu sadece temennilerle olacak şey değildir. Elbette layık olmak ve çalışıp çabalamak lazımdır.
80’li ve 90’lı yıllarda İslami kesimlerin birtakım eksiklikleri vardı. Biz Türkiye’de bir süreç yaşadık. Laik kesimler İslami kesimleri bir süre dışladılar. Hem dindarlar hem de iktidarı elinde bulunduranların yapıcı olmaları lazımdır. Hak hukuk tanımaları lazımdır. İdeolojik olarak bir zıtlık olabilir ama buna rağmen insanların hak hukukları var. Bu hak hukuku hiçbir zeminde reddetmemek lazım. İslami camiada da insanların bunu reddetmemeleri gerekir.
Sudan’da bu denendi. Sudan ve İran’daki tecrübeler başarısız tecrübelerdir. İran’ın bugün başarılı görünmesinin sebebi, Şii asabiyete dayalı olmasıdır. Onun dışında İran’ın hiçbir başarısı yoktur. Sudan ise 23 yıllık iktidarı döneminde kavgalara sahne olmuştur. Ve bugün Müslümanlar birbirlerine muhalefet eder hale gelmiştir Sudan’da. Dolayısıyla bu zeminin en temelinde ahlak ve değerler manzumesi vardır.
Eğer ki Müslümanlar ahlaktan bağımsız ve çıkar üzerine hareket ederlerse daha erken yıkılırlar. Zaten bugün insanlar için en üzücü bir durum; aldatıcı ilişkiler üzerine kurulu bir dünyada yaşıyor olmalarıdır. Onun için İslam dünyasında bu tür ilişkiler üzerine kurulu bu yapının değiştirilmesi gerekiyor. Cihadı manevi, cihadı maddinin öncesindedir. İnşallah bundan sonra layık oluruz ve başkalarını dışlayan bir yapıdan sıyrılmış bir duruma geliriz. Biz iktidarı tekelimiz altına almakla kurtulamayız; önemli olan değerlerin iktidarıdır.
Türkiye böylesi bir dönemde nasıl bir görünüm sergiliyor?
Tarihin yaşanmayan kısmıyla ilgili pek çok mütalaada bulunabilirsiniz ama bunları test edecek bir araç yok elimizde. Fakat Türkiye’de sistem, ekonomik ve sosyal anlamda Amerika’nın sisteminden farklı bir durumda değil. Referans olarak İslami esaslara dayanmıyoruz. IMF’nin politikaları uzun yıllar bu ülkede devam etti. Siyasi açıdan İslam dünyasıyla daha olumlu ilişkiler var. Hataları olan bir mazimiz var. Kaddafi ile Beşşar Esat’la yürütülen şahsi ilişkiler yanlıştı.
Ayrıca ben, kapitalizmin ve küreselleşmenin bir şekilde Türkiye’de yaşandığını görüyorum. Yani sosyal anlamda ve ticari anlamda böylesi bir durum söz konusu. Bunlar Türkiye’nin devam eden kırıklarıdır. Referans sistemi aynı kalmaya devam ettiği müddetçe bu sorunlar da devam edecektir. Bu sistem içerisinde külli bir iyileşme de mümkün değildir.
Haberlere baktığımızda İslam dünyasında Türkiye model bir ülke gibi gösteriliyor. Peki şu anda Türkiye’nin gerçekten model alınabilecek bir konumda olduğunu düşünebilir miyiz?
Kabul edelim veya etmeyelim, Türkiye on yüz yıldır İslam dünyasının fiili lideri konumundadır. Türkiye’de azınlık nüfusu da %15’i geçmemiştir hiç. Mısır’da bir laf vardır: “Mısır sağa yatsa Araplar sağa yatar, Mısır sola yatsa Araplar sola yatar!” Mısır, eşitler arasında birinci ya da Arap dünyasının sembolik ve fiili lideridir. Tarihteki rolü ve coğrafi yapısı nedeniyle bu böyledir. İslam dünyası için ise Türkiye bu konumdadır.
Tarihte baktığımızda III.Selim döneminde Türkler fes giydi; dolayısıyla Endonezya’dan Mısır’a kadar herkes fes giydi. Halbuki fes bizim giydiğimiz bir şey değildir bile… Hâlâ Kadir Mısıroğlu giyiyor ama bu sonuçta bize ait bir şey değil. Hatta aslında Yunanistan’dan gelmiş bir kültür.
Batılılaşma anlamında da böyledir. Türkiye, İslam dünyasının siyasi kutbu gibidir, bir çeşit kuzey yıldızıdır. 1950’lerde Mısır çeşitli nedenlerle geriye gitmeye başlayınca Türkiye Mısır’a fark attı. 50 yıl önce Mısır ile eşit düzeydeyken şu anda 3 kat ekonomik açıdan fark atmış durumda. Gelişime açık olması ve rekabete açık olmasının bunda etkisi büyük.
Bence tarihi dokusundan dolayı Türkiye’nin böylesi bir çekiciliği var. Raşid Gannuşi, Türkiye tipi bir modelden bahsediyor. İran modeli dese zaten herkes tarafından dışlanır. Kaldı ki İran modeli zaten başarısız bir model. Türkiye bu noktada İslam dünyasında kutup ve çekici bir modeldir.
Çok teşekkür ederiz Üstadım.
Estağfurullah. Ben teşekkür ederim…
Söyleşi: Fatih Karadayı / Gençdoku 49. Sayısı (Haziran 2013 – Recep 1434)