Balıklı gölün yanında duruyorum. Göldeki balıklara bakın… Urfa’ya gelene kadar bu balıkların akvaryumdaki balıklar gibi olabileceğini düşünmüştüm. Renkli ışıl ışıl… Fakat bu balıklar karanlık. Kudretli. Bakana huzur vermiyorlar. Tedirgin ediyorlar beni. “Hz. İbrahim’i düşün, Hz İbrahim’i gör” diye sesler çıkarıyor solungaçları…
Urfa insanı… Sokaklarda, çay bahçelerinde, dükkanlarda… Her taraf çocuk, her taraf genç, her taraf ihtiyar, tıkış tıkış insan… Bu şehirdeki kudret sadece mekanlarda değil, insanlarda da mevcut. Bir peygamber şehri… Gezilecek görülecek bir yer değil Urfa… Orada bir müddet kalınacak bir belde…
Urfa’da çektiğim fotoğraflar masanın üstünde. İşte birinci Fotoğraf… Yer: Cami-i Kebir camii. Zaman: Sabah namazı…
Her sabah namazı burada zikir yapılıyormuş. Yasaklı dönemlerde bile devam etmiş bu usul. Ben de zikri görmek için geldim. Allah sesleri insanların ağızlarından çıkıp etrafa dağılıyor. Bir fıskiyenin kendi etrafında dönmesi gibi…
Bu camii dağa yaslanmış bir vaziyette, bir tarafında da Hz. İbrahim’in doğduğu mağara var. Caminin avlusunda ise Bektaşi şeyhleri yatıyor, az ilerisinde de Sait Nursi’nin ilk defnedildiği yer (Malum Sait Nursi’nin cenazesi daha sonra buradan kaçırılmıştı) bulunmakta. Hz. İbrahim’in doğduğu mağaraya giriyorum. Kudret… Mağaranın duvarlarında, kokusunda, içeri sızan ışıkta insanı saran bir kudret… La ilahe illallah, La ilahe illallah… Gökten kuşlar şadırvana inip duruyor. Aslında görünmeyen melekler onları yukarıdan üstümüze serpiyor gibi. Tuhaf uçuşları var kuşların.
Zikir bitiyor. Yaşlı bir adam avluyu yıkamaya başladı. Bir de etrafta dolaşan bir meczup var. Kırk yaşlarında olmalı. Fakat bu kırk yaşlarındaki bedenin içine Allah beş- altı yaşlarındaki bir çocuğu sıkıştırmış gibi… Yanıma bir delikanlı geliyor o esnada ve bana meczubu işaret ederek: “ Anahtar onda… Görünüşüne bakma sen, ona bir lira ver sıkıntın için dua etmesini iste” diyor. Gözlerim parlıyor hemen: “Siz benim için yapar mısınız?” deyip cevap vermesine fırsat kalmadan bir iki lirayı çantamdan çıkarıyorum. Delikanlı gülümseyerek duvarın kenarına geçiyor ve: “Hey Âdem, bak duvarın üstüne para bırakmışlar, bunu buraya bırakanın bir sıkıntısı olmasın sakın” deyince Âdem paytak paytak yürüyerek geliyor, yüzü şeker görmüş çocuklar gibi gülümsüyor. Sonra da paraya bakıp başını aşağı yukarı sallıyor. Delikanlı Âdem’e: “Sen bu parayı al, paranın sahibinin kim bilir ne sıkıntısı var, ona dua et tamam mı?” diyor. Âdem’e bakıyorum. Ona: “Allah bizi ne kadar çok seviyor değil mi” diye sesleniyorum içimden. Duyuyor beni. Yüzüme bakıyor. Başını aşağı yukarı sallıyor.
İkinci fotoğraf: Yer: Bediüzzaman mezarlığı
Zaman: Sabahın erken vakitleri
Bedüzzaman mezarlığı ismini duyanlar burada, Sait Nursi Hazretlerinin yattığını düşünüyorlarmış. Hâlbuki burada meftun olan başka bir yüzyılın bediüzzamanıymış. Mezarlığa giriyorum. Çiçekleri sulayan bir genç var. “Buyurun?” “Merhaba burada yatan bediüzzamanın mezarını ziyaret etmek istiyordum, nerede acaba?” Genç yüzüme çaresizce bakıyor: “O mu, o epey uzakta, mezarlık çok büyük”, “Böyle düz yürürsem bulabilir miyim?” “Hem bulamazsınız, hem de çok ıssız, köpekler de var, ben sizi götürebilirim, isterseniz tabii”, “Zahmet olmazsa isterim”
Yürüyoruz. Mezarlık gerçekten çok büyük, Bir bölümünde Osmanlıdan kalma mezarlar da var. Yürüyoruz, yürüyoruz… Genç başını kaşıyor bir ara: “Buralardaydı ama karıştırdım, neredeydi” sağa, sola bakıyor. Sonra : “Bir dakika beni bekleyin, üst taraftaki mezarlara bakacağım, hemen dönerim” diyor, ardından da bir kedi gibi hızla gözden kayboluyor.
Genç dönmüyor. Önüm arkam sağım solum mezarlıklarla dolu… Çıkışı göremiyorum. Yine o kudret. Çıkılacak bir sokak, gidilecek bir ev, konuşulacak arkadaşların olmadığını bana fısıldayan o kudret. Her şeyin son bulacağını ve bir mezarlığa geleceğimi anlatan o ses.
Kimse gelip gitmeyince yürüyorum ben de… Çıkışı bulmalıyım. Bulmalıyım. Bediüzzaman Hazretleri bana mezarını hemen buldursaydı, fatihamı okumuş ve keyifle buradan çıkmış olacaktım. Yapmadı. Beni derinliğe çekti. Gerçekle burun buruna getirtti. Korkuttu. Çıkış… Çıkışı buldum.
Genç de orada telaş içinde… “Size bir şey oldu sandım, döndüm göremedim sizi, iyisiniz değil mi? Nasıl buldunuz çıkışı, iyisiniz değil mi?”, “İyiyim”
Üçüncü fotoğraf: Yer Balıklı Göl,
Zaman: Akşam üstü
Balıklı gölün yanında duruyorum. Göldeki balıklara bakın… Urfa’ya gelene kadar bu balıkların akvaryumdaki balıklar gibi olabileceğini düşünmüştüm. Renkli ışıl ışıl… Fakat bu balıklar karanlık. Kudretli. Bakana huzur vermiyorlar. Tedirgin ediyorlar beni. “Hz. İbrahim’i düşün, Hz İbrahim’i gör” diye sesler çıkarıyor solungaçları… Yem için ağızlarını açtıklarında, bir karanlığı görüyor insan. Neden kutsal olduklarını anlıyorum bu balıkların. Fakat nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kelimeler zihnimden çıkıp yazıya dönüşürken gücünü kaybediyor. Basitleşiyor. O balıkları gördüğümde neden bir iki adım geriye çekildiğimi… Yem verirken kendimi balıklara yem veren biri gibi değil de, neden kutsal bir mekâna yiyecek taşıyan bir hizmetçi gibi hissettiğimi anlatamayacağım.
Dördüncü fotoğraf: Yer: Urfa
Zaman: 24 Saat
Urfa insanı… Sokaklarda, çay bahçelerinde, dükkanlarda… Her taraf çocuk, her taraf genç, her taraf ihtiyar, tıkış tıkış insan… Bu şehirdeki kudret sadece mekanlarda değil, insanlarda da mevcut. Bir peygamber şehri… Gezilecek görülecek bir yer değil Urfa… Orada bir müddet kalınacak bir belde… Öyle ki sokağa çıkıp bunca kalabalık içerisinde insan kendini aramalı. Günlerce, ayaklarının tabanları patlayana kadar aramalı ve hiç tahmin etmediği anda kendiyle burun buruna gelmeli…
– Sen ben misin?
Ayşe Sevim / Gençdoku 54. Sayısında (Kasım2013 / Muharrem 1435)