Karayolundan etrafı seyrederek seyahat etmeyi sevdiğim için mesafe çok uzun değilse otobüs yolculuğunu genelde tercih ederim. Aralık ayında yeni bir yıla, başka bir ülkede girmeye karar verdim ve bu kararın ardından Türkiye’ye komşu olan Yunanistan’a doğru yola çıktım.
Bindim otobüse ve düştüm yollara… İpsala sınır kapısına vardığımızda polis, küçük bir kulübenin içinden ona uzatılan pasaportları kontrol ediyor. Hava soğuk olduğu için bu bekleyişte biraz üşüdüm. İşlemler bittiğinde yolumuza otobüsle devam ettik.
Pasaport kontrolünden sonra bir de gümrük kontrolü var elbette… Bunları tamamladıktan sonra artık Türk sınırını geride bırakıp, Yunanistan sınırına vardım.
Otobüsün Yunan sınırına girmesiyle birlikte dışarı çıkan Yunan polisine pasaportlarımızı verdik. Bu süre boyunca da dışarıda, açık alanda durduk. Sınırdan geçerken, saat gece yarısını çoktan geçmişti ve hava da iyice soğumuştu. Sınır kapısından geçiş süreniz de, polisin pasaport ve gümrük kontrolüne bağlı olarak değişiyor. Bu süre, otuz dakika ile iki saat arasında değişebiliyor.
Yol boyu ilerledikçe, Yunanca tabelaları görmeye başlayınca anlıyorsunuz ki, sınırı geçtiniz ve artık Yunanistan topraklarındasınız…
Yunanlılar ve Türkler o kadar birbirine benziyor ki düşünce, yemekler ve yaşam açısından. … Sadece yaşam ve kültür olarak değil sima olarak da birbirimize çok benziyoruz. Dilimizde birçok ortak kelime var ve bu yüzden aynı dili konuşmasak da, anlaşmak zor değil. Bana göre anlaşmaya karar vermişse insanlar, zaten anlaşmamak da mümkün değil ya neyse… Bununla ilgili, Mevlana’nın sonuna kadar katıldığım bir sözü var: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.”
Selanik
İzmir’in neredeyse ikizi sayılabilecek bir kent Selanik… Sahil kenarında bir hat boyunca dizilmiş evleri ve dükkânlarıyla Selanik’in İzmir’den pek bir farkı yok. Uzaktan görülen kalesi, varlığıyla size İzmir’de olmadığınızı hatırlatıyor sadece…
Selanik’e yılbaşı günü gittim. Şehir, o gün bir hayli kalabalıktı. Yolda, Türkçe konuşan birçok Türk turiste rastladım. Selanik, Türk turistlerin gözdesi durumunda… Bunda, Atatürk’ün doğduğu evin burada olmasının payının büyük olduğunu tahmin ediyorum. Atatürk’ün evi bir süredir tadilatta olduğu için ne yazık ki gezemedim.
O gün restoranların ve kafelerin önünde, bizim mangalcılar gibi mangal yakmış birçok kişi vardı. Açık havada yapılan mangalları görünce kendi kendime dedim ki; “ne kadar da benziyoruz birbirimize…”
Acıktığımız zaman, kendimize yemek yiyecek bir yer ararken insanların, kalabalıktan sokaklara taştığını gördük. Yılbaşı olması nedeniyle her yer o kadar kalabalıktı ki! İstanbul’da yaşayan ve kalabalıktan haliyle sıkılmış olan ben, kendimi kalabalığın dışına attım. Yemek yemek için nispeten daha sakin bir yer bulduk kendimize. Oturduk ve yemeklerimizi yedik, Yunanca müzikler eşliğinde…
Beyaz Kule
Selanik surları, en iyi korunmuş tarihi eserlerindendir. Surlar, 19. yüzyılın son çeyreğinde Cassander (M.Ö. 316) tarafından kentin temeli oluşturmak için yapılmış ve yirminci yüzyılın başında uzun bir bakım süreci geçirmiştir.
Selanik’in simgesi olan bu kule, Osmanlı Devleti tarafından Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaptırılmıştır. 1535 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Bizans kulesinin yerine bir Osmanlı kulesi yapılmıştır. Kulenin mimarının kim olduğu konusunda bazı rivayetler bulunmaktadır. Tarihçi Franz Babinger kulenin, Mimar Sinan tarafından yapılmış olabileceğini söylemiştir. Tüm bu rivayetlere rağmen eserin, Venedikli mimarlar tarafından yapılmış olduğu günümüzde genel kabul görmüştür.
Kule, Osmanlı’ya önce kale, sonra garnizon ve en son da zindan olarak hizmet vermiş. Kalenin verdiği hizmete göre de halk arasındaki ismi zaman zaman değişmiştir. 16. yy ”Aslan Kulesi” olarak anılan yapıya daha sonra Yeniçeri Kulesi denilmiştir. Yapı, zindan olarak kullanılırken 1826’da Sultan II. Mahmud’un emri üzerine kuledeki tutukluların hepsi kılıçtan geçirilince adı, “Kan Kulesi” olarak değiştirilmiştir. Osmanlı-Türk döneminde Beyaz Kuleye; ayrıca Kalamarya Kulesi adı da verilmiştir.
Evliya Çelebi, deniz kenarındaki Kale-i Esed veya Kalamarya Kulesi’nin Kanuni Sultan Süleyman tarafından inşa edildiğini, içinde 40 ev, 3 sarnıç, buğday ambarları bulunduğunu belirtmiş, toplarının ancak Çanakkale’de ve Rodos’ta olanlarla mukayese edilebileceğini yazmıştır.
Beyaz Kule’nin giriş kapısı üzerindeki kitabesi (bugün için bu kitabe yoktur) kaldırılmıştır. Bu kitabe Türkçe olup, şöyle yazmaktaydı:
“Şir-i merdan Hazret-i Süleyman zaman Emriy yapılıp burc-ulesed oldu tamam.
Şir-i peyker ejderha toplar ki etrafındadır. Yaraşır bu kuleye Burc-u Esed dense tam.
Oldu tarihi dokuz yüz kırk iki bu kalenin Hicret-i peygamber-i ahır zamandan vesselam.”
Bu kitabe, Evliya Çelebi’den aktarılmıştır.
Selanik, Birinci Balkan Savaşı’nın sonunda 1912 yılında Osmanlı’dan ayrılarak Yunan Devleti’ne katıldığında kule beyaz renge boyanmış ve bundan sonra da “Beyaz Kule” olarak anılmıştır. Zamanla beyaz boyalar döküldüğünden, kule gerçek rengine dönmüştür.
Şehrin Tarihi
MÖ. 315 yılında Makedonya kralı Kassandros tarafından bugünkü Thermi’de kurulmuştur. Kassandros, Makedonya tahtında hak iddia edebilmek için evlendiği Büyük İskender’in kız kardeşi olan Thessalonike’nin adını şehre vermiştir.
Selanik, 1430 tarihinde padişah II. Murat’ın yönettiği bir Osmanlı ordusu tarafından fethedildi. 15. yüzyıl boyunca kente Anadolu’dan getirilen çok sayıda Türkmen yerleştirildi. 1492 yılında Osmanlılar İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudilere kapılarını açtıklarında Selanik, Yahudilerin yerleşmek için en fazla tercih ettikleri şehir oldu. Selanik 500 yıla yakın bir süre boyunca bir Osmanlı şehri olarak kaldı. Şehir; Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman toplumların hep birlikte uyum içinde yaşadığı önemli bir kültür ve ekonomi merkezi haline geldi.
Osmanlı Devleti’nin İstanbul’dan sonra 2. büyük kenti olan Selanik, Balkan Savaşları sırasında, 9 Kasım 1912’de merkezden destek alamayan ve panik içinde dağılan Osmanlı Ordusu’nun garnizon komutanı Tahsin Paşa, Yunan Ordusu’na hiç bir direniş göstermeden şehri teslim etmiştir.
Osmanlı Eserlerinin İzlerini Taşıyan Güzel Sahil Kenti Kavala
Kavala şehri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlar’ın en önemli şehirlerinden birisiydi. Kanuni Sultan Süleyman zamanında kent, Akdeniz’deki donanma için üs görevini görmüştür. Burası, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın da doğduğu yerdir aynı zamanda.
Photo: Giorgos Grigoriadis
Yunanistan, denizin mavi rengiyle adeta özdeşleşmiş bir ülkedir. Denizin- gökyüzünün mavisiyle, denizin köpüğü ve bulutların beyazı birleşerek; Yunanistan’ın mavi-beyaz bayrağını oluşturmuştur sanki. Yunanistan’da deniz çok önemli… Küçük sahil kasabalarında halkın en önemli geçim kaynağı deniz, yani balıkçılık ve deniz ürünleridir.
Nüfusu sadece yetmiş bin olan sakin ve huzurlu bir sahil şehri Kavala. Yunanistan’ın Drama şehriyle birlikte, her iki ülkenin de aynı isimle çağırdığı ender şehirlerden birisidir Kavala.
Kavala, bizim un kurabiyemize benzeyen üstü pudra şekerli ve içi bademli olan Kavala Kurabiyesi ile ünlü. Tatlı severlerin ve özellikle kurabiye severlerin bu şehre gittiğinde bu lezzeti tatmalarını öneririm.
Kavala, İstanbul’a oldukça yakın. O kadar yakın ki, şehrin içinde İstanbul’un 460 km olduğunu gösteren bir tabela dahi var.
Yunanistan’da büyük bir kesim Muhteşem Yüzyıl dizisini beğeniyle izliyor. Özellikle bayanlar, akşam dizi saati geldiğinde tüm işlerini bırakarak; diziyi izlemeye koyuluyor. Yunanistan’da şu sıralar Muhteşem Yüzyıl’ın yanı sıra Ezel ve Sıla dizileri de televizyon ekranlarında gösteriliyor.
Kavala Su Kemeri
Geçmişten günümüze gelen, bugünkü tarihi mirasının en belirgin ve göz alıcı eserlerinden birisidir. Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma bu su kemeri, Osmanlı’nın en güçlü padişahlarından biri olan Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış olup, şehri neredeyse baştanbaşa sarmaktadır.
Kavala Kalesi
Dar ve yokuş yukarı sokaklardan, zaman zaman bizim Safranbolu evlerine benzeyen evlerin arasından geçerek ulaşılan Kavala Kalesi, yüksekten harika bir manzaraya ev sahipliği yapmaktadır. Kale size, yukarıdan ve kuş bakışı olarak şehrin güzelliklerini görme imkânı verir.
Kale surlarındaki mazgallarla, merkezdeki yuvarlak kule kalenin mimarisini oluşturur. Kalenin büyük bir bölümü 15. yüzyılın ilk çeyreğinde, Bizans Akropolü’nün yıkıntıları üzerine inşa edilmiştir. Kalenin iç kısımlarında su deposu, cephanelik, kilerler ve muhafızların barınakları bulunur.
Eskiden, kenti savunma amaçlı kullanılan kale, bugünkü ziyaretçilerine dinlenme ve gezinti imkânı sunar. Kale ayrıca çay bahçesine, açık hava tiyatrosuna, kültürel etkinliklere ve güzel bir manzaraya ev sahipliği yapmaktadır.
Drama
“Drama Köprüsü be Hasan dardır geçilmez be Hasan.
Soğuktur suları da Hasan, bir tas içilmez.
Anadan geçilir Hasan, yardan geçilmez be Hasan.
At martini de be Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda be Hasan dostlar dinlesin…”
Dizeleri aklımda, koyuldum Drama yollarına…
Drama’da bu köprüden eser de yok, köprüden kimsenin haberi de yok. Köprü, ya çok önceden yıkılmış; ya yeri bilinmiyor ya da sadece bir efsane… Özetle, Drama şehrinde bu köprünün izine rastlanılmıyor. Drama Köprüsü bulamayınca ben de bu küçük köprüde fotoğraf çektirmekle yetindim.
Drama’nın eğlencelerinden biri, şehirde kısa bir tur yaptıran beyaz tren. Trene binmek isteyenlerin oluşturduğu uzun kuyruğa bir de soğuk hava eklenince, sıra beklemek istemedim ve tren gezisinden vazgeçtim.
Drama’nın, Kavala’ya yakın olmasından dolayı birçok insan, keyifli vakit geçirmek için buraya geliyor. Drama’da birçok kafe-bar ve eğlence yeri var. Mekânların çoğunda Yunanca müzikler çalıyor.
Şehrin Tarihi
Bugünkü kasabadan 2 km uzaklıkta olan Prosocani ovasında, antik dönemlere ait yarım ay şeklinde bir ‘imparatorluk takı’ bulunmuştur. Falakro ve vadinin diğer dağları arasındaki Plataya ovasında ‘Kales’ adı da verilen Platanya’nın küçük kalesi bulunmaktadır.
Bizans döneminden günümüze, önemli sayılabilecek tek bir değerli anıt kalmıştır. Bu da; Bizans döneminden kalma Ayios Panteleimonas yapısıdır. Prosocani’nin 2 km batısında bulunmaktadır. Yapıdan, günümüze ulaşabilen kısımlar sadece eserin doğu ve kuzey duvarlarıdır. Yapının diğer duvarları (kaybolan bölümleri) 2. dünya savaşı öncesi dönemde yenilenmiştir. Bu tarihi eserin yapılış tarihi, çeşitli bulguların da yardımıyla 13. yüzyılın 2. yarısı olduğu kesinleşmiştir.
Osmanlı’nın Drama’daki hâkimiyeti, 1383-1912 yılları arasında sürmüştür.
Drama, Rumeli Beylerbeyliği yönetimi altına girmiş ve ekonomisini çoğunlukla tarımdan karşılamıştır. 16. yy ortalarında doğudan gelen Müslümanların buraya yerleşmesi ve mevcut Hristiyanların daha dağlık bölgelere taşınmasıyla nüfus yapısında önemli değişiklikler yaşanmıştır.
Şehre yerleşen Müslümanlar, zamanın Bizans kalelerine ve kırsal bölgelere yerleşip, sulak alanların çokluğu sebebiyle pirinç yetiştirmeye başlamışlardır. Bu pirinç tarlaları sadece Drama’yı değil imparatorluğun diğer bölümlerini de beslemiştir. Bu ekonomik gelişim 17. yy ’da birçok Makedonya bölgesi şehirlerinde de olduğu gibi, bölgedeki Müslüman nüfusu arttırmıştır.
17. yy ‘da yönetimi ele geçiren sultan tarafından, halk ağır vergiler altında ezilmeye başlamıştır. 18. yy içerisinde pirinç yetiştirilmesi, iplik yapımına başlanması ve pamuk boyamacılığı ile ticaret nefes almaya başlar. Bölge, kara yollarıyla: İmparatorluk merkezine, Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya bağlanır. Bu yollar üzerinden kervanlarla ticareti yapılan ürünler, Selanik gibi merkez şehirlere ulaştırılırdı.
19. yy ortalarında Drama ‘kaza’sı her ne kadar İskeçe’nin de içinde bulunduğu ‘sancak’ın yönetim ve ordu merkezi olsa da ekonomide gerilemeler başlar. Muhtemelen bu yüzden nüfusta da azalmalar baş gösterir. Toprak sahiplerinin ekonomik hayata yönelik sıkı kontrolleri ve yönetimin baskısı, bölgenin limanı olan Kavala’nın deniz ticaretinin gelişmesine yol açar.
İskeçe
Türk nüfusun, Yunanlarla birlikte yaşadığı; Safranbolu evlerine benzeyen, güzel mimarisiyle beğenimi kazanan küçük bir şehir İskeçe…
Yunanistan’da gezdiğim şehirler içinde sokaklarında en çok insan gördüğüm yerlerden biriydi. Akşam saatlerinde gittiğim için çok etraflıca şehri gezemesem de, güzel mimarisi ve Arnavut kaldırımlı şirin sokaklarıyla insanı etkileyen bir yer. Sokaklarında gezerken şehrin bana hissettirdiği şey; Türk-Yunan kültürünün ortak etkisiyle farklı bir havaya sahip olan sokakların, bu kimliğini insana yansıtmasıydı.
Anadolu’nun güzel mimarisinin motiflerinin izlerini taşıyan kafeleri, restoranları ve Arnavut kaldırımlı sokaklarıyla, insana Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir Balkan şehrinde olduğunu hissettiren, İskeçe’nin sıcak sokakları keşfedilmeyi bekliyor sanki. Şehirdeki evlere bakarken ve bu sokaklarda dolaşırken insan zihninde, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyor adeta. İskeçe sokakları insana, Osmanlı döneminden kalma zamanları yaşatıyor.
Şehrin Tarihi
Şehrin tarihi geçmişi; MÖ.880 yıllarına kadar uzanır. Şehir, konumu itibarıyla Batı Trakya’nın tüm savaşlarını ve yıkımlarını yaşamıştır.
Trakya’yı Makendonya’dan ayıran Karasu yani Nestos Irmağı’nın 12 km. doğusunda bulunmaktadır. 1373-1912 yılları arasındaki Osmanlı hâkimiyeti altında özellikle, XVIII ve XIX. yüzyıllarda önemli bir İslâm merkezi haline gelmiştir.
1715 yılında, İskeçe, tütün üretimiyle önem kazanmıştır.
Düzlük bir alanda kurulan şehir, eski ve yeni şehir olarak, iki kısımdan oluşuyor. Eski İskeçe; dağın yamacında kurulmuş, dar sokaklardaki Türk evlerinden oluşuyor. Her mahallede, bir cami bulunmaktadır.
İskeçe ismi: “Eskice” sözcüğünden gelmektedir. Osmanlılar döneminde, burada iki tane yerleşim yeri varmış. Bunlar: Eskice ve Yenice olarak isimlendirilirmiş. Yine aynı dönemde, Yenice denilen merkez büyük bir yangın sonucu yok olunca, buradaki insanlar bugünkü İskeçe merkeze taşınmak durumunda kalmışlardır.
Yunan, Türk ve Pomaklardan oluşan karma bir nüfusa sahip, kültürel çeşitliliğe sahip bir şehirdir. Yunanistan’da, Gümülcine ve Dedeağaç ile birlikte Türklerin en çok barındığı şehirlerden biridir. Ancak Lozan Barış Anlaşması ardından, buradaki Türk nüfusun büyük bölümü, mübadeleye tabi tutulmuştur.
Saat Kulesi
Osmanlı döneminden kalma bir yapıdır. Aslında, şehirde Osmanlı döneminden kalma, iki tane saat kulesi bulunmaktadır. Bunlardan biri; Pazar Yeri Camisi’nin yanındaki saat kulesidir. Bu kule, 1943 yılında Bulgarlar tarafından yıkılmıştır. Günümüzde, bu kulenin yalnızca resimleri görülmektedir. Diğer saat kulesiyse, şehir meydanındadır ve günümüzde halen
ayaktadır. Bu saat kulesi, 1870 yılında İskeçe’nin önde gelen ailelerinden Hacı Emin Ağa tarafından yaptırılmıştır.
Yunan Mutfağı
Yunanistan’da, Türkiye’deki gibi bir kahvaltı kültürü yok. Kahvaltıyı, “çöreki” dedikleri tatlı çörekler ya da “kuluri” dedikleri simite benzer yiyeceklerle yapıyorlar. Yanında da demleme çay içtiklerini sanmayın. Orada demleme çay içmek neredeyse hayal. Herkes, kahvaltı da dahil ya neskafe ya da Türk kahvesi içiyor.
Yunanistan, deniz ürünleriyle meşhur… Deniz ürünleriyle yapılan yiyecekler oldukça lezzetli. Yolunuz Yunanistan’a düşerse kalamari dedikleri kalamarı, ahtapot salatasını, Yunan salatasını ve balıklarını tatmanızı tavsiye ederim.
Osmanlı, Bizans ve Roma dönemi eserlerinin izlerini taşıyan Yunanistan; tarihte önemli olaylara imza atmış ve kalıcı eserler bırakmış bu imparatorlukların içe içe geçtiği Anadolu motiflerinin izlerini taşıyan bir ülke. Ayrıca, birçok yönüyle bize yakın bir ülke. Yakınımızda olan bu eserleri görmeli ve bu havayı solumalı diye düşünüyorum.
Rumuz: Yol Arkadaşı